Hasan Beşer'in Kaleminden Ahmet ÖZAKYÜZ
Tarih: 21.03.2008 Saat: 10:58
Konu:


BİR YILDIZ KAYDI

            Çocukluğumuzda berrak yaz gecelerinde masmavi gökyüzünü seyrederken yıldızların kaydığına, kısa bir süre sonra da kaybolduğuna şahit olurduk. Bu harikulade tabiat olayını büyüklerimiz, “Herkesin gökyüzünde bir yıldızı vardır; eğer yıldız kayıp yok oluyorsa biliniz ki o kişi ölmüştür!” diye açıklarlardı. Biz de her kayan yıldızın arkasından bakakalır ve “Yine bir kişi öldü!” diye hüzünlenirdik.

            28 Şubat 2008 Perşembe günü bu dünyadan parlak mı parlak bir yıldız kaydı: Ahmet ÖZAKYÜZ…

            Ahmet’in arkasından yazmanın benim için ne kadar zor olduğunu bu yazıyı okuyanlar anlayamaz! O benim çocukluk arkadaşım, “kadim dost”umdu.


            Çocukluğumuzun en güzel günleri Gümüşhane’nin Yağlıdere Köyü’ne bağlı Evlice yaylasında Ahmet’le birlikte dağlarda inek bekleyerek geçti. Çocuktuk ama çobandık! Bize emanet edilen inekleri doyurmak, eksiksiz olarak akşam “yurda” getirmek görevimizdi. Yaylamıza “yurt” derdik. Bu, eski Türk geleneğinden kalma bir adlandırma olsa gerek…

            Sabah sağılan inekleri sürer, yaylıma çıkarırdık. İneklerimiz yaylımda yayılır karınlarını doyururlardı. Hayvanlar uçsuz bucaksız yaylımda çobana ihtiyaç duymadan dolaşır, büyük bir kısmı akşam kendiliğinden yurda dönerdi. Biz, her ihtimale karşı her gün inekleri toplamak için öğleden sonra dağlara çıkardık. 

                Ahmet’in kelifi yurdun en alt kısmındaydı. Kelif dediğimiz, derme çatma bir kulübe… Eline kuşburnu değneğini alır ve keliften çıkardı. Eğer ben dışarıda değilsem bir ıslık çalar ve gitmemiz gerektiğini haber verirdi. Sonra serin rüzgârlarla dağlarda adeta uçarcasına koşar, ineklerimizi bulana kadar dolaşırdık. İnekleri bulunca rahatlar ve değişik oyunlar oynamaya başlardık. En çok çelik çomak oynar, dönüş vakti gelince ineklerimizi alır yorgun argın yurda dönerdik.

                Bazı zamanlar gün boyu çoban gitmemiz gerekirdi. Sabah azıklarımızı alır yola koyulurduk. Dağların hür havasını teneffüs eder, acıkırdık. Buz gibi bir pınar bulur, çantalarımızdan azıklarımızı çıkarır afiyetle yerdik. Her şeyimizi paylaşırdık: Azığımızı, sevincimizi, hüznümüzü, sırlarımızı…

            Ahmet benden birkaç yaş büyüktü. Trabzon’da amcasının yanında ortaokula başladı. Başarlı bir öğrenciydi. Ticaret lisesini bitirdikten sonra –eğer yanlış bilmiyorsam- Adana İTİA’ya kaydoldu. Fakruzaruret içinde öğrenimine devam etti. Üniversite hayatı, eski sıklıkla bir arada olmamızı da engelledi. Ahmet, yaz tatillerinde kısa süreliğine köye geliyor, fındıktan sonra Adana’ya dönüyordu.

            Okul bitince Adanalı olan eşiyle evlendi. Mutlu bir evliliği vardı. Bir kızı ve oğlu oldu. Çocuklarından söz açılınca gözlerinin içi güler, çocuklarına ne kadar düşkün olduğunu belli ederdi.

            Ticarete atıldı. Adresi CAMGÖZ TİCARET’ti. Sonra kayınbiraderinden ayrılıp POLEN’i kurdu. Cesurdu. Ticareti seviyordu. İşleri de oldukça iyiydi.

            Yeğenlerini yanına aldı. Onlara kol kanat gerdi. İş ve aş verdi.

            Ahmet’le uzun telefon görüşmelerimiz olurdu. Birbirimizin sesini duyarak hasret giderirdik. Hal hatırdan sonra hep “Köyümüz için ne yapabiliriz” i konuşurduk. Her seferinde yeni bir projeyi büyük bir coşkuyla anlatır, bizlerin de kendisine destek olmamızı isterdi.

            Ahmet alçak gönüllüydü. Para, mal mülk onu şımartmamıştı. Beldemize her gelişinde akrabalarını, arkadaşlarını, yaşlıları ziyaret eder; bundan da büyük keyif aldığını söylerdi.

            İki yıl önce Ağustos ayında okulda çalışırken telefonum çaldı. Arayan Ahmet’ti.

            -Kadim dostum, sesin çok yakındaymışsın gibi geliyor! Dedim.

            -Dışarı çık, görüşelim dedi.

            Koşar adım bahçeye çıktım. Ahmet her zamanki güler yüzüyle karşımdaydı. Birbirimize sarıldık. Birkaç dakika öylece kaldık. Sanki Mevlânâ ile Şems bir araya gelmiş, dünya durmuştu. Bizim bu hâlimizi arabanın içinden seyreden eşi hanımefendi de bu manzara karşısında etkilenmiş olacak ki arabadan indi; bize doğru yürümeye başladı.

            Eşiyle ilk defa orada tanıştık. Kendilerini içeri davet ettim. Uçağa yetişmek için aceleleri olduğunu söyleyip vedalaştılar. Giderken bunu saymadığımı, yine beklediğimi söyledim.

            -En kısa zamanda kadim dostum! Diye cevap verdi. Yüzündeki gülücüklerle uzaklaşıp gitti.

            Uzun zamandan beri göremediğim bir dostumu görmenin hazzını yaşarken görüşmemizin bu kadar kısa olması beni üzdü. Ama herkesin işi gücü vardı. Hayat şartları bize fazlaca seçenek bırakmamıştı.

            Gerek telefonla, gerekse msn üzerinden görüşmelerimiz sürüp gitti.

            Bir gün hepimizi heyecanlandıran bir müjdeyle karşımıza çıktı: Oymalıtepe’ye bir lise yaptıracağım diyordu. Ve bizden destek bekliyordu.

            Kendisine her türlü yardımı yapacağımızı, elimizi taşın altına koyacağımızı ifade ettik. Böyle önemli bir projenin hayata geçmesi için çırpınıyordu. Bir sohbetimizde kendisine:

            -Ahmetçiğim, hevesini kırmayayım ama bu proje gerçekleşmeyebilir! Dedim. Gerekçe olarak da Özdil’deki ÇPL’nin bölgenin ihtiyacına cevap verdiğini, yeni bir lise için Bakanlığın izin vermeyebileceğini söyledim. O, oldukça kararlıydı:

            -Ne olursa olsun; bu liseyi yaptıracağız! Diyordu.

             Bu konuda ona destek olmamız gerekiyordu. Konuyla alakalı bir yazı yazdım. Başlığı “Beldemizden Bir Alperen: Ahmet ÖZAKYÜZ” idi.

            Yazı büyük ilgi gördü. Ahmet’in bu büyük girişimine beldemizden olağanüstü destek geldi. Herkes OYMALITEPE AHMAT ÖZAKYÜZ LİSESİ’nin nerede yapılacağını, nerede yapılırsa uygun olacağını konuşmaya başladı.

            O yazı şöyle bitiyordu:

            “Onun için beldemizden bir alperen dedik; doğrudur. Bir taraftan ekonomik kalkınma savaşına katılmış, birçok insana aş ve iş vermiştir. Devlete katma değer sağlamış, ödediği vergilerle ülke kalkınmasına katkıda bulunmuştur.

            Bugün artık bambaşka bir projeyle beldemizin eğitimine katkıda bulunmak istiyor: Doğup büyüdüğü yere, Beldemize bir lise armağan etmek istiyor.

            Bu ne asil davranış, destek olunması gereken bir projedir.
 
            Beldemizde açılacak olan bir lise, daha çok gencimizin üniversite kapısını aralamasına sebep olacak, bilgi toplumu olma yönündeki çabalarımız artarak devam edecektir.

            Şimdi hepimize bir görev düşüyor: Bu büyük projeyi hayata geçirmek için var gücümüzle çalışmak!
            Beldemizin genç ve dinamik Belediye başkanı, bu konuya odaklanmış, bütün imkânları seferber etmiştir.
            Biz de elimizden gelen neyse onu yapmak zorundayız.
            Hem Ahmet Beye, hem de Başkanımıza gerekli desteği vereceğiz.
            Bu asil davranışından dolayı kadim dostumu huzurlarınızda tebrik etmek istiyorum.
            O, ”ben Oymalıtepeli’yim” demekle kalmıyor, Beldesi için dev bir projeye imza atıyor.
            Onu ne kadar, alkışlasak, ne kadar takdir etsek azdır.”
            Yazı “Allah ömrünü uzun, kazancını bol etsin.”

Cümlesiyle bitiyordu. Olmadı… 

                Son dönemlerde işlerinin –mevzuattan kaynaklanan sebeplerle- iyi gitmediğini biliyordum. Ama içimden hep “Ahmet bunları aşar!” diyordum. Aşacağından da emindim.

                Çalışma masama oturup bilgisayarımı açtığımda ilk olarak msn’deki aktif kişilere bakarım. Pek çoğuyla selamlaşır, iyi dileklerle vedalaşırız. Herkes gündelik işlerini yapar. Fırsat buldukça uzun uzun dertleşiriz.

Ahmet’le de bazen uzun uzun dertleşirdik

                Son zamanlarda msn’si açık değildi. Muhtemelen yurt dışına çıkmıştır diyordum. Yaklaşık bir aydır konuşmamıştık. Ara sıra merak etmiyor da değildim. Birkaç kez telefonla aramayı düşündümse de yurt dışı ihtimalinden dolayı vazgeçtim. Zaten söyleyeceğim çok önemli bir şey yoktu. Sadece hal hatır soracaktım.

            28 Şubat 2008 Perşembe günü işe gitmek üzere evden çıktım. Saat 07.35 civarında babam aradı. Komşumuz Ragıp KELEŞ’in vefat ettiğini söyledi. Ragıp abi uzun zamandan beri amansız bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Bazen ölüm de rahmettir derler. Ölümü bekleniyordu. Cenazesi aynı gün kalkacaktı. Kendisine rahmet diledik. Arabada giderken, cenazeye Ahmet’in de geleceğini, bu vesileyle kendisiyle görüşebileceğimi düşünüyordum.

            Okula gittim. Bilgisayarımı açtım. Birkaç arkadaşımla Ragıp ağabeyin vefatını paylaştım. Sonra gündelik işlerimi yapmaya başladım.

            Saat 09.30 gibi Gebze’den Muammer ÖZCAN telefonla aradı. Telefonda Muammer’in ismini görünce ürperdim. Çünkü az önce kendisiyle msn’den konuşmuştum. Önemli bir şey olmasa aramazdı.

            Muammer’in sesi titriyordu.

                -Hoca, Ahmet ÖZAKYÜZ öldü! Dedi.

            -Hangisi? Dedim. Çünkü benim tanıdığım üç Ahmet ÖZAKYÜZ vardı.

            -Adana’daki… Diye cevap verdi.

            Dizlerimin bağı çözüldü, dilim tutuldu. Birkaç kez derin nefes aldıktan sonra ne olduğunu söyledi. Adeta dondum kaldım. Her şey aklıma gelirdi de Ahmet’in böyle bir sonla aramızdan ayrılması hiç aklıma gelmezdi.

            Kafam zonklamaya, vücudum sendelemeye başladı. Koltuğa yığıldım. Arkadaşlarım kolonya döküp beni teselli etmeye çalıştılar. Uzun zaman kendime gelemedim.

            Kendimi toparlayınca birkaç kişiye telefon ettim. Maalesef haber doğruydu. O anda dudaklarımdan gayrı ihtiyari Yunus’un şu mısraları döküldü:

            Bir tek şeye yanar içim, göynür özüm;
            Genç yaşında ölenlere… Gök ekini biçmiş gibi…

            Gök ekin, henüz sararmamış yeşil ekin manasındadır. Gökyüzünün derinlikleri gibi yeşildir.

            Ahmet de gençti. Kendisinden çok şey bekliyorduk. Ona belki biraz haksızlık ediyorduk, belki ondan çok şey bekliyorduk ama bu beklentileri oluşturan oydu!

            Yılmaz bir savaşçıydı. Savaşmak onun karakteriydi. Ama mücadele ederken hiç kimseyi kırmaz, dökmezdi. Hep güler yüzlüydü, hep sevecendi.

            Msn’sinde hilâl içinde resmini görünce:

            -Ahmetçiğim, şu duruşunla artık meclise yakışırsın. Seni Allah izin ederse önümüzdeki dönem TBMM’nde görmek istiyoruz. Dedim.

            Ahmet, içini çekip “Nasip Hasancığım, nasip!” diye cevap verdi.

            Atalarımız “Nasipsiz lokma yenmez!” demiş. Demek ki nasip değilmiş.

            Yaz ortası beni aradı. “Hasancığım hayatımı yazıyorum!” dedi. “Bitince kitabı yayına sen hazırlayacaksın!” diye devam etti.

            -Seve seve Ahmedim! Adını KELİFTEN İMPARATORLUĞA koyarız dedim. Güldü.

            -Neden olmasın? Diye devam etti.

            Kitaba başladı mı, ne kadar yazdı bilemiyorum. Eğer hatıralarına ulaşabilirsek onları düzenleyip yayınlamak bizim görevimizdir. Ahmet ÖZAKYÜZ adını yaşatmak için bunu yapmalıyız. Eşi hanımefendiye ulaşıp bu konuyu takip edeceğim.

            Ahmet güzel insandı. Ansızın Gök ekini biçmiş gibi… Aramızdan ayrılıp gitti.

            Mekânı cennet olsun; Yüce bağışlayıcı taksiratını affetsin.
                                                                   Hasan BEŞER

                                                                   beserhasan@hotmail





Bu haberin geldigi yer: || Oymalıtepenin Buluşma Noktası ||
http://www.oymalitepe.net

Bu haber icin adres:
http://www.oymalitepe.net/modules.php?name=News&file=article&sid=18